Ben iken sen

İçinde hiç dokunamadığın biri var..Onu bulmaya çalıştıkça daha da uzaklaştığın biri. Olmak istediğin, sıfatlar eklediğin, hayallerinin karşılığı..Şöyle bir koysan dünyanı kenara, bıraksan kendini adım atabileceğin bir yer orası. Çok fazla sessizlik gerek, çokça sessizlik.. Öyle sessiz olsun ki içindeki en ıssız sesi bile duy. Kimseye ihtiyacın olmadan sarıp sarmala o dokunamadığın kendini. Hayatının hicretini yaşamak için yanlışların seni terk etmesini bekleme. Bu boşluk dolsun. Ömrün kısalığını büyük bir kayıpla anlamak geç. Henüz yaşarken ve her şey mümkünken içindekine yaklaş.

Adalet üzerine derlemeler

Kendi zamanımın cümlesinde virgüller gibi yer aldığımı düşündüm hep. Tesellisiz kalmış nefsimin, vicdanımı hareketsiz bir noktaya çevirmesine izin vermedim. Fiiliyatımın kaynağı çünkü vicdanım. Bu yaşıma kadar iman ve irademle terbiye etmeye çalıştığım cevherim…

*

Adil olmak, adaletle var olabilmekti dileğim, hukuk fakültesine ilk adımımı attığımda. Omzumda töre gibi taşıdığım yargılarımla, adaletin sıralarındaydım. Kanunları, beni hakların cennetine çıkaracak bir merdiven olarak gördüm. Bir adım daha yakın olduğumu düşündüm hakikate. Halbuki adalet, amfilerde, mahkeme salonlarında bulunabilecek bir şey değildi, geç anladım.

*

Her insan kendi içinde aramalı adaleti. Kendi içinde temyizi olmayan bir vicdan mahkemesi kurmalı. Bir an olsun susmamalı hakiki yargıç, çünkü ne zaman biri vicdanını susturma gafletine düştüyse işte o vakit darağaçlarının, zindanların, hücrelerin kölesi olduk. “Adalet nerede?” sorusunun cevabını arıyoruz hepimiz. Adalet içimizde, adalet hepimizin elinde…

*

Ne çok Mehmet kaybettik adalet uğruna can veren. Kahramanlıkları küçük bir terazinin taşıyamayacağı kadar ağırdı, bir kalemin yazamayacağı kadar uzun… Adalet koşmalıydı işte Savcı Kiraz kendi makam odasında esir alındığında. Yüreğimize bir yıldırım gibi düşen kurşun değil adalet olmalıydı. İçimde bir şarkı öldü o akşam…

*

Bir kutup yıldızı gibi yüreğimde adalet, her şey etrafımda dönerken o sabit duruyor. Toplumu inşa ediyor tüm yüceliğiyle; özgürlük veriyor, can veriyor mülke. Koruyup kolladığımız kadar koruyor bizi, vicdanımız ile yasa arasında duruyor. Her şeyi, kendimizi ve dünya için beslediğimiz bencil istekleri aştığımız bir zaman geleceğine inanıyorum. Fikirlere saygının, ideoloji savaşlarını bitirdiği baharlar bekliyorum. Yaşamak kökeninde bunca acı ve kaybı taşımaz çünkü…

*

Adaletin yazgısı müebbetlere bağlı değil, onun iklimi sadece hukukçuları yeşertmez. Adil olma fikrine vakfedilmiş her yürek, adaletin çocuğudur. Biz adaletin çocuğu değil miyiz sahi? Bunca insanın arayışı, ümidi biz olamaz mıyız? Themis’in görmeyen gözü, keskin kılıcı…  Peki berrak, körleşmemiş ve merhamet zırhını giyinmiş bir adalet nerededir? Hangi toprak büyütür onu, hangi terazi doğru ölçer? Cevaplayamadığımız onlarca soru sıralıyoruz kendimize. Biz adaleti ararken kaçamıyoruz adaletsizlikten, haksızlıktan. Bir yerlerde yine nice Mehmetler kaybediyoruz, iki çocuk yetim kalıyor, yetim kalıyor hat sanatı…

*

Her ne arar isen içinde diyor Mevlana. Dönüyorum kendime, beni cevher gibi işleyen vicdanıma hak terazisi diye sesleniyorum. Nedir diyorum yanılgıya düşen yüreklerin panzehri? Merhamete imreniyorum. Saygının, muhabbetin peşinden koşuyorum çocuklar gibi… Kalbimin yönünü bulması bana kıyamet bir sevinç getiriyor. İçimde arıyorum adaleti. Okuduğum kitaplar yazmıyor, kürsülerde hükmü verilmiyor aradığımın. Benim aradığım uğruna canlar verilen bir savaş, cehaletle oynanan bir oyun değil. Benim aradığım okulun bahçesine ilk adım attığımda hissettiğim o meşru his. Benim aradığım eşitliğin, hürriyetin kardeşi. İçimizde bir şarkı daha ölmeden bulabilecek miyiz adaleti?

göğsümdeki lügat

dedim, bir yere üzgün üzgün bakmaktır dünya

göğe asılı kalan bir kuşun,

kanadından soğuduğuna şahit olmaktır.

kara bir dağdır uyuklayan şimdi omzumda,

kış,

varmaktadır koynuma,

koynum güz soğuklarıyla yarışta.

*

dedim, içimdeki kahır,

hangi ressamı vurur,

hangi suyu bulandırır endamın, bilmem

benim sevdiğim çiçekler solmuştur şimdi

güzelliğin kaç keder eder, bilmem.

*

dedim,inancım,

annemin göğsü gibi ihtiyaç duyduğum bir puttur şimdi

kırmızı kalemle altını çizdiğim bir cümle,

yirmi ikimde zihnime yediğim kurşundur.

ruhumda bir iğde yumuşaklığı,

dilimde bir sanrıdır.

*

dedim, yaşamaktır bu taşıyamadığım

yürüdükçe uzaklaştığım evim,

varmaya çabaladığım sonumdur.

dedim, sırat budur.

Eylül sonu sanrısı

Photo by Anni Roenkae on Pexels.com

Belki yarın ayrılırsa diye bedenim yeryüzünden, aldım elime kalemi. Birden susar zihnim ve arkamda bu dünyada var olduğuma dair bir delil bırakamam düşüncesi, beni kendime getirdi.

Nihayetinde, bir ayna karşısındaymışız gibi, kendimizi yalnız madden tanımakla meşgul olduğumuz lakin kendi sıcaklığımızı kendimize dahi gösteremediğimiz bu dünyadan, asla tam anlamıyla kanamadan, tüm gerçekleri görüp tüm doğrulara inanamadan ayrılacağız. Geride kalan sadece bir ayna olacak, hafızası olmayan, her gün başka vücutları yaşadığına inandıran bir ayna…

Başı ve sonu belli olmayan bir yaşam parçasından umduklarımız toprağın dahi kaldırabileceğinden o kadar fazla ki, mezarlıklar en çok tek başına bir yolculuğun sonunu simgeler. İnsanlar yanlarına ne kalp kırıklıklarını yoldaş edebilir ne de bütün yolculuğu çekilebilir kılan aşklarını…Tek başına yürüdüğün bu yol sona geldiğinde tüm kazanılmış haklarını silkeler.

İşte muhtemel sonu bildiğimdendir ki kazanmak üzerine yaşamam hayatı, kazanmak benim dipsiz açlığımın körüğüdür.Kazandıkça açlığım büyür, büyür, büyür…Kaybetmekse üşüdüğümde omuzlarıma aldığım bir ceket ve açlığımın usturasıdır.Kaybettikçe yaşamımın iştahı kesilir.Her defasında omzuma aldığım bu ceket, ortasında bulunduğum ihtilalin sonudur.Tüm uzuvlarım kazanmayı isterken omuzlarım kaybetmeye meyillidir.

Kelimelerin kuvvetiyle var olan bir insan olmak, bu dünyada kendime dair bırakabileceğim en soft delildir.Yaşarken düşünmekten fazla vakit ayırdığım bir eylem olmadı.Fikrimi, zikrimi, kömürle, ağacın işlenmiş bekasına aktarmak en ihmal ettiğim gerçeğimdi.

Ne fayda, bir nilüfer gibi bataklıkta can bulup çiçek açamazsak; ne fayda, bu garip heyuladan dünün, bugünün, yarının kıymetini bilemeden, sonsuzluğa doğru kaybolup gidersek…

Âtiye anekdot

Yıl 2020…

Çağın öyle bir zaman dilimine denk geldik insanoğlu olarak, düşman kim, ne yapmalı, ne olacak bu olanlar, ne kadar sürecek, hiçbirimiz cevap veremiyoruz.Korona virüse komplo diyenler de var dünyanın kendini aldığı bir koruma sistemi olarak gören de…Her ne ise bu savaştığımız binlerce insan kaybediyoruz, bu en büyük gerçek..Hepimiz bir anda birçok rutinimizi değiştirdik, evimizden çıkmamaya, sevdiklerimizle görüşmemeye, birbirimize yaklaşmamaya başladık.Sanki bir bilim kurgu filmindeyiz ve bir kahramanın çıkıp tüm dünyayı bu kabustan kurtarmasını bekliyoruz.Bir yandan aslında dünyadaki birçok saçma statüsel dengesizliğin de farkına vardık.Hala bir yerlerde özgür olmayan, ekmeği suyu zor bulurken eğitim eğlence düşünme lüksü olmayan birilerinin olduğunu hatırladık.İnsan aç zihniyetiyle banka hesabını, buzdolabını tıka basa doldursa da görünmeyen bir virüsün bütün bunları ne kadar değersiz kıldığını gördük.İnsanın bir araya gelerek tabiat anaya ne kadar zarar verdiğini, doğal sirkülasyonu ne kadar bozduğuna şahit olduk.

Herkes durdu, her şey durdu.Ancak insanoğlu ruhsal açlığını durduramıyor.

sancı

Yanmadan, yıkılmadan yaşamaya çalışıyoruz bu hayatı .Halbuki ne kadar çok yara alırsa insan, o kadar sıkı tutunuyor arzularına.Yaptığımız hatalar, duyduğumuz pişmanlıklar her güne bir neden veriyor.Bir merdiven var önümüzde, ansızın düşüp yaralanabileceğimiz yahut birkaç basamak birden yükselebileceğimiz…Kimi zaman kendimiz olduğumuz bir merdiven bu.İnsan olmanın ağırlığını yükleniyoruz her basamakta ve piyon olmak yetmiyor hiçbirimize…İnsanca bir sancı bu.

insanca pek insanca

Friedrich Nietzsche

Öyle ki kırmızı kalemle çiziyorum cümlelerin altını, hayranlığımın en kusursuz göstergesi bu.

Altını çiziyorum biraz ümitle, biraz çekinerek, biraz da ruhumu besleyerek…

*
*
*
*

18.05.2019

İnsanları alışkanlık edinme huyumuz vardı bizim…

Gün içerisinde yanında olanlara günaydın demekten bile alıkoyan bir alışkanlıktı bu.

En kötüsüydü ve en kaçınılmazıydı bu beraber yaşamanın…